I.GİRİŞ
Türkiye akademik çevrelerinde Clausewitzci harp anlayışı ve bunun günümüz savaşları karşısındaki geçerliliği pek fazla gündeme gelmese de (Osmanlı Devleti'ne büyük tesiri olmuş Moltke ve Goltz paşalardan dahi bahseden pek çalışma yoktur) dünyada bu alanda Clausewitz merkezli çalışmalar bir hayli fazladır. "Günümüz savaşlarını öncekilerinden farklı kılan nedir? Önceki harp teorilerini değiştirecek neler yaşanmıştır?" soruları incelendiğinde birçok harp tarihçisi Clausewitz'in açıklamalarını "yeni" savaşları anlamak ve açıklamakta yetersiz buluyor; Clausewitz'in "eski" yi temsil ettiği düşünülüyor. Tabii şu sorunun da sorulması bir hayli mühimdir: "Aynı savlar Clausewitz’in ortaya koyduğu paradigma içinde irdelenerek değerlendirilemez mi?"
Clausewitz, çoğu zaman hatalı ve eksik anlaşılmış ya da aşırı derecede seçici ve basitleştirici alıntılara maruz kalmış bir yazardır. Onun için önce, Clausewitz'in savaşı nasıl tanımladığını, bu tanımın arka planında nasıl bir entelektüel ve toplumsal-siyasi ortam olduğunu, onun zamanındaki savaşların ve büyük dönüşümün onu nasıl etkilediğini özetlemek yararlı olacaktır. Ayrıca, "eski" ve "yeni" arasındaki bağlantıyı kurabilmek için Clausewitz"in kuramını ana hatlarıyla yansıtmak gerekecektir. Çünkü zamanımız gibi bir dönüşüm döneminde geliştirilmiş ve o dönüşümü yansıtan bir kuramdan söz ediyoruz. Clausewitz'in teorisinin açıklamasından sonra ise Martin van Creveld ve Mary Kaldor'un fikirlerine değineceğiz. (Bu iki ismin biri savaş tarihçisi, diğeri uluslararası ilişkilerci olsa da müşterek yönleri olan Clausewitz'in geçerliliğini irdelemelerinden de önemli iktibaslar yapacağız.) [1]
II.Clausewitz'in Fikri Yapısının Teşekkülü
Clausewitz askeri hayatına Potsdam Prens Ferdinand Alayı'na (34.Alay) girerek başladı; 12 yaşından beri Prusya'nın alay sistemi içinde yetişti. Mevzubahis Alay sistemi, şehirlerde huzursuzluk yaratan askerleri disiplinli bir şekilde bir arada tutmak için oluşturulmuş, zaman ilerledikçe de toplumdan izole olmuşlardı. Bu kültür içinde yetişen Clausewitz; Fransız Devrim Savaşları başladığında Prusya askerlerine kıyasla büyük bir fikrî uçurum olduğunu farketti. Prusya sisteminden farklı olarak Fransız İhtilali'nin orduları Cumhuriyet yönetimi altında herkesin eşit olduğu ve orduya katılımın her vatandaşın görevi olduğu fikrindeydi. Hem kendilerini "özgür" kılan ihtilal fikirlerini destekliyor, hem de "devrimi ihraç etme" gereği duyuyordu. İhtilal öncesi orduların askerleri alt tabakalardan veya yabancılardan müteşekkildi, savaşlar ise muharebeden çok kuşatmalar üzerine ilerlediğinden durağandı. Ordular genellikle birbirleriyle tahkim edilmiş mevzilerde savaşıyordu ve devletlerin askerlere yaptığı harcamalar "askerlerin dikkatli kullanılmasını" gerektiriyordu. Buna karşın Fransız İhtilali ile birlikte askerler politize, halk ise militarize olmuş durumdaydı. Bu durum Fransız Ordusu'na dönemin orduları ile kıyasla fikriyatta güçlü bir savaşma isteği ve inancı, sayısal üstünlük, diğer Avrupa devletlerine kıyasla daha ilerlemiş mutlak savaş kabiliyeti avantajlarını sağlıyordu. Fransız İhtilal Ordusu 18.yy Avrupası'nın standart az sayıdan oluşan, iyi yetiştirilmiş profesyonel ordularına nazaran harp meydanındaki sıkıntılara katlanabiliyor ve avantajlı görülen her yerde savaşabiliyorlardı. Ayrıca İhtilalin sosyal etkilerini de göz önünde bulundurarak maliyeti göz önünde bulundurulmaksızın taarruz edebiliyorlardı.
1806'da alınan yenilgiden sonra reformcu generallerden Gneisenau bu durumu şöyle açıklıyor:
Fransa'yı şan ve şöhretin doruğuna tek bir şey yükseltmiştir: İhtilal; Fransa'nın tüm güçlerini uyandırmış ve her ferde kendisine uygun bir faaliyet sağlamıştır. Bir milletin bağrında nice kabiliyetler gelişemeden uyuklamaktadır”.
(Bu yenilgide Clausewitz Fransızlara esir düşmüştü, bir yıla yakın esaretinde yenilginin nedenleri hakkındaki düşünceleriyle birlikte askeri tefekkür hayatı da bir nevi başlamış oldu.)
Fransa'da yaşanan bu değişimler Clausewitz'i "Savaş Üzerine" adlı eserini yazmaya da teşvik etmişti, gözlemlerine göre içinde yetiştiği askeri kültür bir nevi yetersiz kalmıştı; kendisi de İhtilal ile gelen değişiklikleri sentezlemek adına eserinde Fransa'yı derinden etkileyen bu askeri anlayışı hedef almıştı. Clausewitz kitabında İhtilalin yarattığı politize olmuş yeni askeri düzeni anlatsa da bu düzeni İhtilalin pek de taraftar olmadığı fikir ve politikalarından uzak durarak elde etmeye çalışıyordu. (Clausewitz'in yetiştiği askeri kültür "tez", Fransız İhtilali ve sonrasındaki değişiklikler "anti-tez", Savaş Üzerine eseri ise bir "sentez"dir.) Devrim ve Napolyon Savaşları, savaşın doğasını, amaçlarını ve kapsamını komple değiştirmişti. Bu durum savaş yöntemlerinden zafer koşullarına kadar birçok değişimi de beraberinde getirmişti. İhtilal sonrası ordu bir halk ordusu haline gelmiş ve buna paralel olarak doğru belirlenmiş politik hedefler ile savaş da tüm halkın savaşı haline gelebilmektedir. Clausewitz'in deyimi ile savaş, Bonaparte zamanından beri "Tüm milletin meselesi" olmuştur ve yeni sosyal güçlerin kaynaşması, savaşın "gerçek mükemmelliğine" yaklaşması ile neticelenmiştir. Fransa'nın 1805'te 210 bini muharip kuvvet olmak üzere 350 bin personelden oluşan ordusu bunun net bir işaretidir. [2]
Clausewitz'i "Mutlak savaş" fikrini ortaya atmaya iten temel sebep de burada yatar, sürekli yenilenen düşman ordusu; savaşma iradesi ve sebepleri sosyo-politik yapının derinlerinde bulunan bir düşman. Böyle bir düşmanla ancak benzer bir yaklaşımla mücadele edilir ki bu da ister istemez yöntemlerin değişmesi demektir. Clausewitz eserinin başında şöyle bir ifade kullanır: "…fiziksel kuvveti acımadan, kan dökmekten çekinmeden kullanan taraf, üstünlük sağlar. Böylece diğer tarafa da kuralı öğretmiş olur ve artık taraflar, içinde bulundukları dengeden başka bir sınır tanımaksızın aşırılığa kadar tırmanırlar." Clausewitz'in bu ifadesinin pratikteki tezahürü olarak 1812 ve 1813 yıllarında Rusya ve Prusya tarihlerinde eşi benzeri olmayan bir şekilde militarize olmuş, 500 bin civarında kişiyi askere almışlardı. Yani "Bir taraf diğer tarafa kuralı öğretmiş" oluyor, sınırlar zorlanarak aşırılığa tırmanma hadisesi yaşanıyordu. [3]
III. Clausewitz'in Savaş Kavramına Bakışı
Clausewitz savaşı birbirini tamamlayan iki ayrı şekilde tanımlar. Bu tanımlardan biri iki; diğeri üç unsurludur. "Savaş Nedir" başlığını taşıyan ilk Bölümde savaşı karşıt iradelerin çatıştığı karşılıklı şiddet eylemi olarak tanımlayarak akıl yürütmeye başlar. Başka bir deyişle savaş, "hasmı irademizi yerine getirmeye zorlayan bir şiddet eylemidir". Askeri amacı gerçekleştirebilmek için hasmı silahsızlandırmak (veya imha etmek) ya da kendisini böyle ciddi bir tehdit altında hissedeceği duruma getirmek gerekir. Tarafların her ikisi de aynı amacı güttüğü için ortaya çıkan karşılıklı eylem mantıken aşırılığa götürür. "Ben düşmanı ezmedikçe o beni ezebilir" endişesiyle hareket edilerek imkân ve çabalar düşmana üstünlük sağlayacak şekilde artırılır. Ancak düşman da aynı şekilde hareket edeceğinden savaşın içsel dinamiği olan bu mantık, tarafları aşırılıklara iten bir yarışmaya dönüşür. Sınırsız şiddet ile tanımlanan bu çatışmaya Clausewitz, "Mutlak savaş (Absoluten Krieg)" adını vermektedir.[4]
Savaşın ikili tanımı, Clausewitz’i üçlü bir tanım yapmaya yöneltmiştir. Clausewitz bu tanıma "üçleme" (trinity) adını verir. "Savaş her somut olayda özelliklerini bir ölçüde değiştiren gerçek bir bukalemun olmakla kalmayıp, aynı zamanda, bir bütün olarak bakıldığında belirgin eğilimleri bakımından üç yanlı şaşırtıcı bir olaydır. Bir yanda, doğal kör bir güç olan ilkel şiddet, kin ve düşmanlık; öte yanda, savaşı ruhun özgür ve yaratıcı bir faaliyeti haline getiren tesadüfler ve ihtimal hesapları; son olarak da, savaşı sadece akla (makuliyete) tabi kılan bir siyasi araç kimliği."
Burada bahsedilen eğilimler 3 tanedir; ilki halkı, ikincisi komutanı ve ordusunu, üçüncüsü de hükümeti ilgilendirir.
van Creveld bu sistemi günümüz şartlarına göre çok dar, devlet odaklı ve devlet dışı aktörlerin de bulunduğu savaşlarda işe yaramaz olarak görmüştür; bu sebeple de günümüz savaşlarının incelenmesinde 5 ilke öne sürmüştür:
1- Savaşın tarafları kimler?
2- Savaşın sebebi nedir? - Taraflar arasındaki ilişkiler, taraflar ile taraf olmayan aktörler arasındaki ilişkiler
3- Savaş nasıl yapılıyor? - Kullanılan stratejiler ve taktikler
4- Savaş ne için yapılıyor?
5- Savaş neden yapılıyor? - Bir askeri savaşta bulunmaya teşvik eden bütün etkenler
Teoride savaşlar, 1990'larda ortaya atılan "yeni savaşlar" kavramının gündeme gelmesinden önce Clausewitzci bir bakış açısı ile incelenirdi. Zafere ulaşmak için halk, ordu ve hükümet arasında bir denge olması gerektiğini söyleyen Clausewitz, savaşı politikanın içinde değerlendirip diplomatik ve ekonomik yaptırımlardan farklı tutmamıştır. Clausewitz'e göre savaş, siyasetin farklı bir uzantısı olarak görülmüştür. Napolyon Savaşları'nı teorik bir çerçevede inceleyip savaş olgusunu politize eden Clausewitz, Soğuk Savaş sonrası savaş teorilerinde de iz bırakmıştır. Clausewitz ve Ludendorff'un "Mutlak Savaş - Topyekün Savaş" teorilerinin bir tezahürü olan 1. ve 2. Dünya Savaşları, "Ülkenin bütün kaynaklarını seferber ederek rakip tarafın askeri gücünü imha etmeye odaklandığı" ve "tarafların her bireyinin asker sayıldığı" mutlak savaşa dönüşmesini temsil eden önemli noktalardır.
(Bu durumun oluşumunda Sanayi İnkılabı ile ülkelerin doğal ve kapital kaynaklarının artması ile gayriaskeri hedeflerin de -mesela fabrikalar- düşmanın savaş kabiliyetini kısıtlamak bakımından öneminin bir hayli artmasının rolü büyüktür)
IV. Dünya Savaşları ve Mutlak Savaş - Topyekün Savaş Fikirleri
Mutlak Savaş ve Topyekün Savaş kavramları aynı fikir olarak görülseler de Bassford'a göre esasında Mutlak Savaş, hiçbir politik kısıtlaması olmayan savaştır ve Clausewitz esasında Mutlak Savaş kavramı üzerinde incelemeler yapmıştır. Topyekün Savaş kavramı Erich Ludendorff'un 1. Dünya Savaşı'ndaki fikirlerinin teşekkül ettirdiği bir kavramdır. Topyekün Savaş fikrinde mutlak galibiyet ile mutlak mağlubiyetin dışında bir seçenek yoktur. (Bu fikir Clausewitz'in karşı çıktığı bir fikirdir.) Clausewitz'in Mutlak Savaş tanımlamasını tersine çeviren Ludendorff'a göre Topyekün Savaş, politik ve sosyal sistemler dahil olmak üzere, bir savaşı kazanmak için tüm kaynakların seferber edilmesidir. Topyekün savaş ulusal güç unsurlarının bütününü ve bütün yurt sahasını kapsar. Almanya'daki örneğinde halkın militarize edilmesi şeklinde teorileştirilen Topyekün Savaş doktrini; 20. yüzyılda 1. Dünya Savaşı, Kurtuluş Savaşı (bkz. Tekalif-i Milliye Emirleri) ve 2. Dünya Savaşı'nda kullanılmıştır.
1. Dünya Savaşı ile beraber uzun menzilli saldırı gücü bir hayli artmış, motorlu araçlar (sivil-askeri amaçlı trenler, kamyonlar, tanklar ve tanketler, zeplinler, uçaklar, savaş gemileri vb.) ve bunlara karşı koruma sağlayan zırhların kullanılmasıyla savaş sanayii birinci önceliğe ulaşmıştır. Fransız icadı olan mayın, torpido ve denizaltılar Almanlar tarafından etkili şekilde kullanılırken askeri amaçla ilk kez 1908'de kullanılan uçakların sayısı, 1. Dünya Savaşı'nda yüz binleri bulmuştur. Mezkur savaşta sadece İngiltere, Fransa ve Almanya'nın kaybettiği hava aracı sayısı 116.000'i bulur. Bu dönemdeki savaşlarda cepheler sivillerden uzaktır, çarpışmalar ise mevzilerde statik ve göğüs göğüse yapılır. Taarruzdan ziyade savunmanın ön plana çıktığı ve temel amacın düşmanın cephedeki fiziki varlığının yok edilmesi olduğu bir durum söz konusudur. (Clausewitz'in düşmanın silahlı kuvvetlerinin yok edilmesi fikrinin bir tezahürü olarak) Topyekün savaşta cephe sayısının artması ile belli bir hattı yararak düşmanı yenmek imkansız hale gelmiştir. 2. Dünya Savaşı ile birlikte savaş alanı artık bir hat şeklinde olmaktan çıkmıştır. Onun yerine derinlikte savunma ve kuşatma taktikleri geliştirilmiştir. Cephe gerisinde hızlı ateşleme özelliğine sahip toplar bulunurken, kara operasyonlarının ana ve dinamik gücü olan tanklar uzun menzillere erişme imkanı buluştur. Hava gücünün belirleyici unsur haline gelmesi ve manevra yetenekleri artan denizaltıların yoğun kullanımı ise siper savaşlarını ortadan kaldırmıştır.[5]
V. Yeni Savaşlar
"Yeni savaşlar" kavramının ortaya atıldığı tarihten beri çıkan savaşlarda çatışan taraflar direkt olarak devletler değildir. Düşük yoğunluklu çatışmalar konvansiyonel savaşların yerlerini almış, bu da devletleri zayıflatmıştır. Martin van Creveld'e göre bu gelişme Clausewitz'in üçlü tanımını da geçersiz kılmıştır. Düşük yoğunluklu çatışmalarda halkın savaşın ağırlık merkezi haline gelmesi, cephe ve cephe gerisi, muharip ve muharip olmayan gibi kavramları geçersiz hale getirmiştir. Creveld'ın bu gözleminde doğru kısımlar olsa dahi bu durum "yeni savaşlara" özgü değildir. Siviller konvansiyonel bir savaş olan 2. Dünya Savaşı'nda da Almanya ve Japonya'ya düzenlenen stratejik bombardımanlara hedef olmuşlardır. Buradaki amaç düşmanın halkına zaiyat verdirerek, korku salarak ekonomisini, maneviyatını ve iradesini çökertmekti. (Clausewitz'in önceden bahsettiğimiz savaş tanımına geliyoruz burada, hasmı irademizi yerine getirmeye zorlamak için hasmın iradeini çökertmek söz konusudur) 1945'te Japonya'ya atılan atom bombalarının amacı ise savaşı Japon anakarasına yapılacak bir çıkartma ile uzatmak yerine savaşı bir an önce Japonya'nın kayıtsız şartsız teslim olmasıyla bitirmekti.
Creveld'dan farklı olarak Mary Kaldor'a göre "yeni" savaşlar tam anlamıyla yeni değildir. Ancak savaşları önlemek için alternatif stratejiler geliştirirken böyle bir ayrımın yararlı olacağını, çünkü yeni savaşların eskilerden ne bakımdan ve ne kadar farklı olduğunu bilmemiz gerektiğini ifade eder. Kaldor aynı zamanda savaşlarda meydana gelen değişiklikleri teknolojik ve taktik değişikliklerden ziyade sosyolojik ve politik koşullardaki değişikliklerde aramak gerektiğini vurguluyor, aslında bu yaklaşım bize de hiç yabancı gelmeyen Clausewitzci yaklaşımı hatırlatır. [6] Mary Kaldor'a göre "yeni savaşlar" , devletlerin ve devlet olmayan birimlerin şebekeleri arasında gerçekleşen savaşlardır. Bu savaşlar, pek çok karmaşık uluslararası ilişkiyi bünyesinde barındıran, yasal veya yasadışı örgütlerce yürütülen silahlı mücadelelerdir. Diasporalar, şirketler, paralı askerler, gönüllüler, dini cemaatler, etnik gruplar, uluslararası örgütler, sivil toplum kuruluşları gibi çeşitli aktörler bu tür savaşların tarafları arasında yer alır. Genellikle "şebeke" ya da vekalet savaşları küresel değişime uyum sağlayamayan, sorunlarını çözemeyen ve meşruiyeti zedelenmiş ülkelerde görülür. Şebekeler için ortak aidiyet hissi temel bir teşkilatlanma ilkesidir. Savaş ise, aynı zamanda bir siyasi seferberlik aracı olarak çalışır. Savaş, şebekenin genişletilmesi ve güçlendirilmesinde de kullanılır.[7]
Son zamanlarda Kaldor, Clausewitz'e daha yakın görünüyor; Birinci (asıl) üçlemenin makuliyet anlamındaki aklın ve siyasetin üstünlüğünün yeni savaşlarda da geçerliliğini koruduğunu kabul ediyor. Clausewitz'in yaklaşımının günümüzdeki alternatif yaklaşımlarla da düşünmeyi kolaylaştıracak pek çok fikir içerdiğini belirtiyor. Buna rağmen Kaldor'un savaşların içsel dinamiğinin işleyişi ile ilgili düşünceleri Clausewitz'den ayrılan tarafıdır.
Clausewitz'in hatalı yorumlanmasının sebeplerinden biri bazılarının "mutlak savaşı" ve kesin imha stratejisini vurgulaması, diğerlerinin ise gerçek savaşı ve siyaseti sadece araç olarak öne çıkarması ve bu vurguları kendisine atfetmeleridir. Creveld, üçlemenin ve rasyonalitenin yeni savaşları anlamak ve açıklamakta yardımcı olamayacağını öne sürmüştü. Lakin Clausewitz'in anlayışında her ne kadar savaş siyasetin bir aracı olsa da, her savaşta olduğu gibi günümüzdeki savaşlarda da siyasetin önüne diğer eğilimlerin geçmesi önlenemeyebilir. Savaşın dinamizmi ve şiddetin yarattığı kaos siyaseti bir kenara atabilir, hatta şiddet savaşın temel amacı dahi olabilir. Balkanlardaki, Afrika'daki, Güneydoğu Asya'daki ve Irak'taki etnik/dini temizlikler ve diğer katliamlar Kaldor'un bahsettiği şebeke savaşlarının özelliği haline gelmiştir. Üç eğilimin etkileşimi ne sabit ve değişmez, ne de çizgiseldir. Savaşa politik uygunluk ve makuliyet de yön verebilir. [8] Günümüz savaşlarında medyanın rolü de savaşlarda her zamankinden daha çok öne çıkmıştır, uluslararası meşruiyet konusunda deişen inançların da tarafların davranışlarını etkileyen bir faktör olduğu unutulmamalıdır. Bahsettiğimiz tüm bu hususlar Clausewitzci paradigma içinde pek tabii analiz edilebilir.
Eski Yugoslavya'daki savaşlarda tecrübe kazanmış bir asker olan Sir Rupert Smith der ki: "Bugünün savaşlarında çatışma sivil halklar arasında geçiyor. Askeri güç halkın niyetlerini etkilemek için kullanılıyor. Bu itibarla, Clausewitz'i ve onun üçlemesini ilgisiz gibi değerlendirip eleştiren görüşleri paylaşmam mümkün değildir. Ulusal ve uluslararası operasyonlardaki tecrübelerim gösteriyor ki, üçlemenin tüm üç unsurunu da dikkate almadan... bir askeri operasyonu başarıyla sürdürmek mümkün değildir. "[9]
Kaldor'a göre, şebeke savaşlarının içsel dinamiği aşırı şiddete doğru tırmanma değil, savaşın sınırlı kalarak bitmeyen bir hal alması şeklindedir. Yeni savaşların eğilimi Kaldor'un söylediği gibi işlese de olay yine de Clausewitz'in paradigması içinde tahlil edilebilir. Sürekliliğin hakim olduğu savaşta "sürtünme" yaratan pek çok maddi-manevi etken savaşın son bulmasını sağlayabilir. Sürtünme etkenlerinden bazıları özellikle günümüzde faaliyetini arttırmıştır. Meşruiyet kazanma veya meşru kalma çabası, hukuka uyma eğilimi, uluslararası örgütlerin müdahaleleri, kamuoyunun, medya ve diğer iletişim merkezlerinin hassasiyetleri bu etkenler arasındadır.[10] Diğer bir deyişle, savaşın sona erdirilememesi de bir tür aşırılıktır. Asıl mühim olan, savaşın içsel eğiliminin şu veya bu yönde işlemesinden ziyade sürtünmenin araya girerek iç dinamiği etkilemesidir. Günümüzde Creveld gibi Clausewitz'i eleştirenlerin çoğuna göre siyaset, devletin siyasi amaçları anlamını taşır; siyaset ile savaş arasında akli bir amaç-araç ilişkisi vardır ve bu ilişki devletlerin milli menfaatini temsil eder. Bunlara dayanarak Clausewitz'i eleştirenler, bu sistemin günümüzün savaşlarını açıklamakta yetersiz kaldığını belirtirler. Lakin bu anlatımın Clausewitz'in fikirlerini yansıtmaktan uzak oluşuyla birlikte çağdaş savaşlar da aslında yukarıdaki modele büyük ölçüde uygundur. Çağdaş savaşların da siyasi amaçları vardır, çağdaş savaşlarda da şiddet siyasi bir amacı gerçekleştirilmek için kullanılır. Siyasi amaçlar, siyasetin aksine tek taraflı olduğu için tamamiyle rasyonel olarak düşünülebilir. Siyaset ise çok taraflıdır ve her zaman karşılıklı etkileşimler içerir. Karşılıklı etkileşimlerin getirdiği çatışmalar ve işbirlikleri siyasi amaçların salt rasyonel hedefine varmasını engeller. Bu sebeple savaş hiçbir zaman kendi öz yasalarına tabi olamaz, siyaset bütününün bir parçası olmaktan kurtulamaz. [11] Onun için siyaset ile savaş arasındaki ilişkiyi sadece rasyonel bir amaç-araç modeline indirgersek, Clausewitz'den uzaklaşmış oluruz. Ancak siyasetin ilişkiler ağını yansıtan boyutunu vurgulayarak yeni savaşlara bakarsak, Clausewitz'in hiç de yabancı olmadığı savaşın karmaşıklığını kavramsal olarak düzenleme noktasındaki tercihlerimizi çoğaltma fırsatını yakalayabiliriz. [12]
Kaynakça-Dipnotlar:
[1]Ali L. Karaosmanoğlu, Yirmibirinci Yüzyılda Savaşı Tartışmak: Clausewitz Yeniden, s.5-25, Uluslararası İlişkiler, Cilt 8, Sayı 29 (Bahar 2011).
[2]Karen Hagemann, Revisiting Prussia's Wars Against Napoleon, s.38, Cambridge University Press, Londra 2015.
[3]Muharrem Hilmi Özev & Erdinç Karayazlık, Sun Tzu'dan Clausewitz'e Savaş Anlayışında Değişim, s.36-41, Stratejik Öngörü, Sayı 14, 2008.
[4]Ali L. Karaosmanoğlu, a.g.e
[5]Sami Eker, Savaş Olgusunun Dönüşümü: Yeni Savaşlar ve Suriye Krizi Örneği, Türkiye Ortadoğu Çalışmaları Dergisi, c.2, Sayı: 1, 2015, s.31-66
[6]Ali L. Karaosmanoğlu, a.g.e
[7]Mary Kaldor, Old Wars, Cold Wars, New Wars, and the War on Terror, International Politics, No. 42, Şubat 2005.
[8]A. J. Echevarria II, Clausewitz and Contemporary War, s.73-78, Oxford University Press, New York 2007, 1. Basım.
[9]Ali L. Karaosmanoğlu, a.g.e
[10]Mary Kaldor, Inconclusive Wars: Is Clausewitz Still Relevant in these Global Times?, Global Policy, c.1, Sayı: 1, Ekim 2010, s.271-281.
[11]Andreas Herberg-Rothe, Clausewitz's Puzzle: The Political Theory of War, s.6-7, Oxford University Press, New York, 2007, 1. Basım.
[12]Carl von Clausewitz, Savaş Üzerine (çev. Selma Koçak), s.605-607, Doruk Yayınları, İstanbul 2015, 1. Basım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder